Deniz Pak: Bu hafta programda bir ilk gerçekleştirdik ve stüdyoyu, ünlü tiyatro ve sinema oyuncusu Tuncel Kurtiz’in, Zeytin Bağı ismini verdiği tesisine kurduk. Kendisi ile birlikteyiz, hoş geldiniz diyemeyeceğim çünkü biz hoş geldik.
Tuncel Kurtiz: Denizlerin ötesinden hoş geldin!
DP: Teşekkürler. Sizi herkes tanıyor, ama bir de sizin ağzınızdan dinleyelim, çok kısaca bir hikâyenizi alabilir miyiz?
TK: Bunun kısacası olmuyor, yıllar önce ben hikâyeci olmak istemiştim, o dönemde önce caz ve Billie Eckstein tarzı şarkılar söylemek isterdim ya da Frankie Lane, Nat King Cole tarzı. Yani şarkıcılığımız da vardı, türkülerimiz de vardı, şairlerimiz vardı, hem de daha lise yıllarında değil, ortaokul yıllarında sevgili öğretmenim Fikri Bey, sevgili öğretmenim Şahin Bey, Edremit Ortaokulu’nda...
DP: Balıkesir Edremit değil mi, Van Edremit değil?
TK: Evet. Babam kaymakamdı, Sarı Kız’ı burada öğrendim, Sarı Kız’a burada aşık oldum, Sabahattin Ali’yi burada okudum. Orta üçte bir hikâyede yazmıştım kısa hayat hikâyesini; bir imtihana girer, etrafında da 20-30 kişi vardır sınıfta, bütün sualleri gayet başarıyla cevaplandırır, fakat son soru şudur: “Kısa hayat hikâyenizi yazın.” Başlar yazmaya bizimki, yazar Allah yazar kısa hayat hikâyesini. Sonra kafasını kaldırır bir bakar ki kimsecikler yok ortada. Bir kadın yerleri süpürmektedir. “Ne oldu, neredeler?” der. “Gitti onlar evladım, sen hâlâ yazıyorsun” der. O da en son cümlesini yazar, “Ben bir kerizim kes beni gıgıdan” diye.
Yani kısa hayat hikâyesi çok zor. 1 Şubat 1936’da, İzmit’in Bahçecik Nahiyesi’nde başlıyor, babam nahiye müdürü, Amerikan Koleji mezunu, hukuk fakültesinden ayrılmış, Müfide annem öğretmen, aşk, evlenme, benim doğumum, annemin zoruyla babamın hukuk fakültesini bitirişi, arkasından Kırıkkale, derken yine annemin ateşlemesiyle Mülkiye imtihanlarını vermesi, arkasından Reşadiye kaymakamlığı, dağlarda keçi peşinde koşturduğumuz günler... Yaramaz bir dağ çocuğuyum. Arkasından Kandıra... Arkasından Kars’ın Posof’u, Ardahan’dan ta Posof’a kadar katır üstünde gidişimiz, köpeklerimiz, Sovyet hududu, geceleri ışıklandırmalar. Arkasından Ayvalık, Ayvalık’tan sonra Amerika, Michigan, oradan Detroit, oradan New York, oradan İzmit, oradan Silifke, oradan Tarsus, oradan 14 yaşında Edremit. Kısa hayat hikâyesi devam etmekte efendim.
DP: Gerçekten bölük pörçük değil mi? Amerika’ya okumak için mi çalışmak için mi gittiniz?
TK: Ben küçüktüm, daha 9-10 yaşlarındaydım.
DP: Ateşe olarak mı?
TK: Babam kaymakamdı, fakat imtihan kazandı, o sırada 1946’dan sonra başlayan Amerikan dostluğunun sonucu olarak idari amirlerimizi, yani genç, dil bilen kaymakamları şehircilik üzerine staj yapmak için yolladılar. Michigan’da okudu, ondan sonra Detroit belediyesinde çalıştı, derken New York’a. Türkiye’ye geldi ve Silifke Kaymakamı oldu, oradan Tarsus Kaymakamı oldu, oradan da Edremit’e geldi. O sırada Adnan Menderes, maalesef asılmış olan bir Başbakanımız, “bizim planımız, plansızlığımızdır” diyordu. “Bize plan değil pilav lazım” diyordu. Babam ise şehircilik üzerine planlamalar yapıyordu.
DP: Tam cumhuriyet kuşağı?
TK: Tabii. Atatürkçü, inanmış insanlar. Fakat sonunda Edremit’ten de gitti. Onun hikâyesi ayrıdır, ben kendi hikâyeme gireyim. Yani Edremit’te ilk aşk, Ahmet Haşim, Orhan Veli, Sabahattin Ali’den sonra bizim artık Muharrem Barut öğretmenimizle tanışma zamanıdır. Öz Türkçe’ye geçişimiz, sonunda yine hikâyelerimiz ve Haydarpaşa Lisesi.
Haydarpaşa Lisesi deyince, daha okula ilk girdiğimiz gün Ünal Arpacı ile tanışmam, “hadi sinemaya gidelim mi?” gidelim. İkinci kattan çamura atlamak ve Beyoğlu’na çıkmak ve sinema seyretmek. Daha sonra Pazar günleri köprü üstünde kitapçılara bakmak, Cahit Irgat’ın “Ortalık”ını bulmak. Ondan sonra Peyami Safa’nın “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” birinci sayfasındaki ithaf, Nazım Hikmet’e. Daha sonra iki can düşmanı olacak insanın, Nazım Hikmet’in zoruyla kendi hayatını yazması, “hastalığını yaz” diye zorlayarak yazdırdığı ‘Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’. Ondan sonra şiir, Boğaz... Babam Selanik’ten 3 yaşında geliyor, dedem Selanik Evkaf Müdürü, babamın dayısı Tahsil Uzel Paşa daha önce Suriye valisi, Mustafa Kemal’in yakın arkadaşı. Arnavutköy’de ailenin bir bölümü oturmakta, onlara ziyaretler. Ondan sonra Beykoz’a kadar gitmeler arkadaşlarla. Şiir, hikâye, dram tiyatrosu.
Dram Tiyatrosu’nda Meinecke’in sahneye koyduğu Shakespeare’in “Fırtına”sını seyredişim. Böyle bir lise hayatı.... Daha lise 2’de birdenbire kendimi büyük yazar zannetmiştim artık, Sait Faik hayranlığı. İlk çakma, belge almaya doğru giderken özel Anadolu lisesi, oradaki sevgili arkadaşım Yarkın, Bodrum’da bir tekne yangınında kaybettik. Orada şimdi Yarkın Kaptan diye bir tekne var. Sevgili Arman Onaran geçenlerde bizi bırakıp gitti. Ünal Arpacı’yı da kaybettik. Yani gittikçe artıyor yalnızlığımız. Bu arkadaşlarla beraberliğimiz ve Yıldırım Uler, daha sonra idari hukuk profesörü oldu. İhsan, İstanbul Spor’un futbolcusu kel İhsan, Erdem Ece. O güzel günlerden sonra hukuk fakültesi. Edremit’te başlayan aşk hikâyesinin sürmesi.
DP: Ama hukuk fakültesine turist olarak gitmişsiniz?
TK: Evet çünkü kantin çok güzeldi. Babam istiyordu, “sen çok iyi bir hukukçu olursun, bak ben enayi gibi idari bölüme saptım, kaymakamlık, valilik, vs. Halbuki seni avukat olarak görüyorum” gibi laflar... Elimden tuttu, yazdırdı.
DP: “Sen bak ağır adam olacaksın!”
TK: Tabii. Üstelik bir de taa Yeşilköy’de ev tuttu bana, ki oradan gidip geleyim, akşamları gideyim, notlarımı alayım, sabah erkenden gidip profesörün gözüne bakabilecek ilk sırada oturayım. Bunların hiçbiri yapılmadı tabii.
DP: Kantin çok güzeldi.
TK: Evet, tartışmalar güzeldi, politik tartışmalar, okuduğumuz kitaplar, bu arada solcuyuz ama okuyabildiğimiz kitaplar bir Remzi Kitabevi’nden “Mülkiyetin Tarihi”, “Marksizm Nedir?” o kadar. Bir de elimde bir tane “Kapital”in özeti var, küçücük, İngilizce, pek de bir şey anlamıyorum ama okur gibi görünüyorum.
DP: Kaynaklar kısıtlı.
TK: Tabii. Bu arada müthiş bir Nietzsche merakı var, onun da Türkçe’si pek garip, İngilizce’si var elimizde. Spinoza okumaya çalışıyorum. Karmakarışık, bölük, pörçük, hepsini yakalamaya çalışıyorum. Profesyonel hayat başlıyor 1958-9 Dormen Tiyatrosu.
DP: O arada tiyatro nasıl başlıyor? Dormen Tiyatrosu’nda hemen çıkmadınız herhalde?
TK: Tabii, önce amatör tiyatrolar, federasyon tiyatrosunda “Beş Gün” diye bir oyun tercüme edip onu bir edebiyat matinesinde sergiledim. Ondan sonra Gençlik tiyatrosunda “Büyük Allah Brown”ı Yılmaz Gruda sahneye koydu. Daha sonra Metin Serezli ile çalıştık. Metin Serezli beni takdim etti Dormen’e ve Dormen’in bir profesyonel oyununda ufacık bir rol aldım “Zafer Madalyası” diye. Arkasından o bittikten sonra yine işsiz kaldık, bu arada sevgili Orhan Hançerlioğlu bana, bütün gençlere bazı işler veriyordu, keşke bugün de verseler üniversiteli gençlere. Orhan Abi’ye gittim, Orhan Abi İETT Genel Müdürü İstanbul’da, Tünel’deki binaya çıktım, edebiyat matinelerinden tanışıyoruz. Benim tiyatroya ilk girişim aslında, bir hikâye okuyordum, Şölen dergisinde yazılarım çıkıyordu ve bir edebiyat matinesinde Tahsin Yücel’den önce çıkıp okumuştum:
“O kendini ışıl ışıl yanan bir tramvay raylarına benzettiğinden beri böyle...” “Bana göre kara bıyıklarımın her teline göre çok sevdiğim deniz, bir büyük ülke, her zaman içinde olduğum, hiçbir zaman çevremde olmayan...” gibi. Genç bir arkadaş geldi Gürkal Aylan “ben Galeri edebiyat dergisi Genel Müdürü” dedi.
DP: Artık nasıl okuduysanız?
TK: O da benim yaşımda, Gürkal benim eski arkadaşım aslında, sonra yeniden tanıştık, o caz günlerinden. Gürkal “sizi Federasyon Tiyatrosu’na istiyoruz, başrol teklif ediyoruz” dedi,
DP: Direk?
TK: Gençlik tiyatrosu, amatör tiyatro. Ama o rolü oynayabilmem imkânsız. Rejisör de Atıf Kaptan, zaten bir gün geldi bir daha gelmedi. Bana da “bıçakla dişlerini karıştır” gibi laflar etti! Dayımın arkadaşıydı Atıf Kaptan. Ondan sonra gençlik tiyatrosuna bu defa Yılmaz Gruda çağırdı, “Büyük Allah Brown”da Anthony Dion’u oynayayım diye, 40-45 yaşlarında, bir tarafıyla sert bir keşiş, diğer tarafı ile Dion ismiyle Diyonisos, karşımda da Tuncer Önder oynuyor, Tuncer Önder de Büyük Allah Brown’ı oynuyor. O bir materyalist, o bir sanatçı değil, ben bir sanatçıyım ama kahroluyorum ve Kibele ile buluşuyorum. Korkunç zor bir oyun, bugün zor çıkarabilirim o rolü, ama oynadık ve yuhalandık zaten.
DP: Gençlik tiyatrosu, gençlik cesareti!
TK: İstanbul Üniversitesi Gençlik Tiyatrosu, gençlik cesareti, öyle bir şey. Ondan sonra Dormen Tiyatrosu’na gittik oynadık, yine işsiz kaldık. O matinelerde Orhan Hançerlioğlu ile tanışmıştık, çok şeker bir insandı, kalın sesiyle “dünya hikâyelerinden örnekler...” diye bir şeyler okurdu. Hikâyeci. Felsefe sözlüğü yazdı. Dedim ki; “Abi bana bir iş bul”, “ne işi evladım?” dedi, “herkese iş veriyormuşsunuz?” dedim, “ne işi?” dedi, “elektrik lambalarına bakma işi” dedim.
DP: İETT’de?
TK: Evet, öyle bir iş var, Tanju Cılızoğlu’ndan öğrendim.
DP: Hâlâ devam ediyor mu o iş, var mıdır acaba?
TK: Bilmiyorum. Herhalde olamaz, artık her şey elektronik. Velhasıl bana Arnavutköy ile Etiler arası verildi, her an Arnavutköy’den Etiler’e kadar çıkıyorum, İnşirah Yokuşu’nu, bütün lambalara bakıyorum, hepsi yanıyor mu, yanmıyor mu diye. Ondan sonra otobüse biniyorum Taksim’e çıkıyorum, müdürlüğe gidiyorum, “3 lamba eksik” veya “hepsi tamam” diyorum. Her akşam bu iş yapılıyor, 450 lira maaş, çok güzel para.
Deniz Pak, Tuncel Kurtiz'in Kaz dağlarında Çamlıbel köyündeki mekânında
bıraktığı yere 555 kişi müracaat etti ve benim çok sevgili ilk aşkım Filiz, onların arasında bir numara ile Suna Selen’in yerine girdi spiker olarak. Suna Selen’le de ben, Şevkiye May, Uğur Başaran, Münir Abi “Sevginin Gölgesi Şendil’in Reisi” ile başladık, 127 temsil oynadık. Ben önce sahne amiri idim, sonra Münir Abi, “giy bakalım kostümleri sen oynayacaksın” dedi. 22 yaşında zavallı ben, 50 yaşında aile doktoru, bir Fransız bulvar komedisinde, Suna geçerken bakıp, “bomba azizim, bomba!” diyordu. Saçlarımı beyaza boyamışım. Böyle başlayan bir macera. Arkasından “Generalin Aşkı”, arkasından “Yağmurcu”, arkasından Münir Abi alkole düştü, yine hastaneye gitti. Arkasından Altan Erbulak’a “ben işsiz kaldım Altan Abi, ne yapacağız?”, Altan “sen Münir Özkul’a git, yeni tiyatro açıyor” dedi. Münir Abi’ye gittim. Münir Abi beni sahne amiri olarak aldı, Aksaray’da bir tiyatro, “Sevgili Gölge”yi oynuyorlar. Suna Selen oynuyor, radyodaki spikerliğini bırakmış. O’nun radyoda
DP: Gençlik yıllarından beri olan bir şey miydi bu alkol problemi?
TK: Tabi canım. Münir Abi inanılmaz, benim hocam, ondan çok şey öğrendim, bu arada o alkol başlangıcı gecelerinde, içmediği günlerde gidiyorduk mesela Emirgan’a, onun Şahan diye bir arkadaşı vardı, onun gazinosu vardı, biz orada rakı içiyorduk, Münir Abi içmiyordu ama hep anlatıyordu. Bize Stanislavski’yi anlatıyordu, Charlie Chaplin’i anlatıyordu. “Stanislavski’yi nereden biliyorsun Abi?” dedim. “Ben sana bazı kitaplar getireceğim” dedi. Meğer Münir Abi’nin Bakırköy’de bir arkadaşı varmış, Manş’ı geçen Murat. Manşı yüzerek geçen ilk Türk. Bu arada Stanislavski filan diyor, Münir Abi de bilmiyor, hep devamlı hareketli bir adam. Diyorlar ki “içinden oynayacaksın, öyle kıvırım kıvrım kıvranmayacaksın.” “Böyle şey olur mu?” diyor, hatta sahneye çıkınca herkes gülüyor Münir Abi’ye. Gidip Muhsin Bey’e, “hocam, bana herkes gülüyor” diyor. “Evladım iyi ki gülüyorlar, gülmeseler o zaman sen problem yap, bırak gülsünler” diyor. Velhasıl Manş’ı geçen Murat İngiltere’den Münir Abiye “My Life in Art”, “Building a Character”, “An Active Prepares” bir de “Martı”nın text book’unu getiriyor, oturup İngilizce tercüme ediyor. Münir Abi hepsini dinliyor ve notlar alıyor. Ben bu kitapları okumamışım, bir tane Bolevslawski diye bir kitap bulduk, onu okuyoruz. Münir Bey bana bu kitapları getirdi, o zaman daha Suat Taşer abimiz tercüme etmemişti bu kitapları. Ben uçtum o kitapları görünce. Yani Münir Abi’nin bendeki hakkı çoktur, onun yanında emekledim. Münir Abi’den sonra biz Vala Önengüt, Oğuz Oktay, Seden Kızıltunç, Nurettin Sezer çıktık bir Anadolu turnesine. Önce hastalıklar, battık, bittik, parasız kaldık, 4 kişi kaldık, Vala, ben, Oğuz ve Nurettin. Bir ciple bütün Anadolu’yu “Samanyolu” piyesi ile dolaştık. Perişan vaziyette geldik ama borçlarımızı ödeyerek geldik. Ben yine işsiz kaldım. Oğuz, Ulvi Uraz Tiyatrosu’na girdi, Vala ile Nurettin yeniden Anadolu turnesine, Hakkari’ye doğru yola çıktılar. Ben ne yapacağım derken, Haldun Abi’ye gittim, yok rol, onlar “sana verecek param yok” dediler. Çok istedim.
DP: Peki tiyatro o gün mü daha iyi idi bugün mü daha iyi?
TK: O gün tabii seyircinin büyük ilgisi vardı. Bir kere hâlâ kalan Yahudi, Rum, Ermeni arkadaşlarımız müthiş meraklıydı ve hâlâ bir azınlık olarak yerleri vardı İstanbul’da. 65’ten sonra tamamen gittiler, zannediyorum. Beyoğlu tiyatroları var, herkes denemeler içinde. Mesela Asaf Çiğiltepe “Aslan Asker Şvayk”ı oynuyor ve dolu gidiyor, arkasından Kral Übü oynuyor, Kenterler’de Martı’yı oynuyoruz, deneniyor bir şeyler.
Şehir Tiyatrosu’nda Max Meinecke var, Avusturya’dan, Brecht’i az çok bilen, dekoru getiren. Haldun Dormen bir ritm getiriyor tiyatroya, Amerikan ritmi getiriyor. Derken Ayla-Beklan Algan geliyor, derken Güner Sümer, Asaf Çiğiltepe. Yani bir hareket vardı, şimdi yine gençlerin arasında mutlaka bir şeyler olacak, tiyatro ölmeyecek, tiyatro binlerce yıldır yaşamış, devamlı gelişmesi gerek. Hiçbir şey aynen durmaz, bir zamanlar kamerayı yerinden oynatmak en büyük günahtı, telefon edilirmiş Eisenstein’e “bu rejisör geldi kamerayı yerinden oynatmak istiyor, kaydırmak istiyor.” Bir anlık sükût ve cevap “kamerayı yerinden oynatamaz!”. Kamera nerelere çıkıyor, nereye giriyor? Tiyatro sahnesinde neler var? Büyük zenginliğimiz var geçmişe dair tabii. Tiyatronun inanılmaz bir geçmişi var, dünya tiyatrosu var, bunun içinde kendi yerimizi nasıl bulacağız? Bu kısa hayat hikâyesinin içinde en önemli unsurlardan bir tanesi benim için budur, hep aramaya çalıştım, başka çaremiz yoktu. Hem kendimize dönük, hem dünyaya açık olmak gerektiğine inanıyordum. Katiyen katı kurallardan, dogmalardan uzak olmaya çalıştım tiyatroda. Hem kendimize dönük olacaktık, kendi içimizi, kendimizi tanıyacaktık, hem de dünyaya açılacaktık. Nazım Hikmet’in 1965’te sahneye koyduğum “Yolcu” piyesinin bir finali vardır, Cahit Abi oynardı, derdi ki:
“Pencereyi kapatma, pencereler kapandığı için, belki de bunun için biz böyle kötü olduk! Keşke yüz pencere olsa da yüzüünü de açsak. Pencereleri açalım, açalım ve onlardan alalım. Ama içimize, kendimize dönük olan ve dünyaya açık olan pencerelerimizi.”
Türkiye halkının kültür kökenlerini okumak gerek. Karacaoğlan’ı bilmek gerek, Kerem ile Aslı’yı tanımak gerek, Ferhat ile Şirin’i bilmek gerek, Nabi’yi tanımak gerek, Nef’i’yi bilmek gerek, Cinüçen Tanrıkorur’u dinlemek gereker, Kudsi Ergüner’i tanımak gerek ve günümüzün o büyük kahramanı Erkan Oğur’u tanımak gerek. Bana geçenlerde sordular, ben Amerika’yı ikiye bölmüştüm konuşmamda, dedim ki “bir Tom Waits’i bilen sevenler bir de tanımayanlar ve sevmeyenler”, “Türkiye’de kimi?” dediler böyle bir insan koyabilirsin ortaya? “Herhalde Erkan Oğur’dur” dedim. Onu tanıyanlar, onu sevenlerle, onu sevmeyenler arasında büyük farklar vardır.
DP: Tamamen kendisine ait bir tarzda, nev-i şansına münhasır bir kişilik.
TK: Ama Türkiye çok zengin, o kadar zengin ki Türkiye kültürü, temel kültür, kültürün temelleri, öylesine büyük bir tarihsel perspektifi var ki, düşün, ta Gılgamış’tan bu yana inanılmaz bir köprü, gelenler, geçenler, kaç medeniyet, kaç kültür üst üste. İnanılmaz bir kültür. Bizim sevgili Hasan Saltık inanılmaz bir iş yapıyor. Hiçbir kültür bakanlığının başaramadığı bir işi yapıyor.
DP: Bakanlık üstü bir çalışma değil mi?
TK: Çok güzel bir çalışma.
DP: Tarafsız, olağanüstü bir çalışma.
TK: Bütün zenginliğimizi ortaya seriyor, nelerimiz var? Sordukları zaman da “peki kim alıp kim dinliyor bunları sizden?” dedikleri zaman, “bir mutlu azınlık” dedi bir gün. Haklıdır, o mutlu azınlık nasıl olacak da mutlu çoğunluk olacak bir gün, hepimizin isteği odur. Yani “eğitim, eğitim, eğitim”, eğitimle beraber tabii ekonomik kalkınma gerekli ama eğitim olmadan hiçbir kalkınmanın hiçbir rolü olmuyor sonuçta. Bir gün ben sokağı süpüren adam olarak eğer Saltık’ın yaptığı işleri dinleyebiliyorsam, o müzikten zevk alabiliyorsam, bir doktor da, bir mühendis de zevk alabiliyorsa başarı odur. Çünkü öyle artık üniversite mezunları da, bu müziği veya bu edebiyatı tanımıyor. Çünkü herkes sadece bir meslek sahibi oluyor, iletişim dışı bir hayat yaşıyor. Aslında iletişim araçlarının en çok olduğu şu dönemde büyük bir iletişim eksikliği yaşıyor insanoğlu.
DP: Bir kopma söz konusu burada.
TK: Kısa hayat hikâyesi devam ediyor bak, ama kısa kesmeye çalışacağım. Ne oldu, askerlik bitti, zor günler geçti, yani 1965’te yaptığımız ‘Yolcu’ ile başım derde girdi, Nazım Hikmet piyesi sahneledim diye, babam İstanbul Vali Muavini’ydi üstelik. Hiçbir şey para etmiyor, üstelik oyunda hiçbir şey yoktu, yani Giresun’a gittiğimiz zaman turnede, Kurtuluş Savaşı’nı anlatan ve yabancılaşmayı gösteren bir işti. Giresun’da hiç unutmam Muzaffer Ateş bey geldi sabah, beni sinemaya çağırdı ve “bu piyeste komünist propagandası var mı Tuncel Kurtiz, ben seni severim, bana doğruyu söyle” dedi. “Yok, burada tamamen emperyalistlere karşı savaş veren ülkenin üç unsuru konuşuluyor. Bu kadar” dedim. Neyse, orada oynayabildik, başka hiçbir yerde oynayamadık. Arkasından dönüş, o güzel kadın Gülriz Sururi ve Engin Cezzar’la çalışma, arkasından kendi tiyatromuz tekrar Halk Oyuncuları’nın kuruluşu, Samanyolu, “Devr-i Süleyman” oyunumuz.
“Devr-i Süleyman, Devr-i Süleyman, Süleyman dedikse kimse alınmaya, kimse gocunmaya. Bu Süleyman başka Süleyman, başka Süleyman, bu Süleyman Süleymaniyeli Muhtar Süleyman. Dayı bey paşa kancayı taktı, imanım dolar sel olup aktı. Efendim böylece alavere dalavere, alavere dalavere. Muhteşem Süleyman sandıktan çıktı, onlar yaşa Süleyman, yüzler yaşa Süleyman, milyon yaşa Süleyman, milyar yaşa Süleyman, çok yaşa Süleyman, çok yaşa Süleyman. Muhtar seçtik Süleyman’ı”.
Hâlâ aklımda işte. Arkasından onun yasaklanması, derken onun aklanması Turan Güneş abimiz ve sevgili senatörümüz Esatoğlu’nun yardımlarıyla oyunun devam etmesi. Arkasından “Teneke” ve tekrar nihayet bombalanma ve tiyatronun yakılması. Arkasından benim askere Muş’a gidişim, Yılmaz Güney’le orada beraber oluşumuz, derken dönüşümüz, “Umut” filmini yapışımız, bu filmin kaçırılışı, ben kaçırmadım ama benim üzerime kaldı. Babalyoz harekâtı, 3000 kişinin içeri alınışı, benim gelmeyişim, ne yapacağım diye Avrupa’da bakışım, ilk işimi Berlin’de buluşum, Aras Ören’in yardımıyla. Derken Kraliyet Tiyatrosu’nda konferanslar, Göteborg Tiyatrosu’nda reji, devlet Tiyatrosu’nda reji, Kerim Avşar, Beklan Algan, Ayla Algan’la beraber yapılan “Giden Tez Geri Dönmez”. Benim yaptığım “Keşanlı Ali”. Halk Oyuncuları’nın Stockholm’de kuruluşu. Benim İsrail’de “Kuzunun Gülücüğü”nü oynayışım. Onunla 86’da en iyi erkek oyuncu ödülünü kazanışım. Daha önce “Gül Hasan”ı yapışım. “Sürü”yü oynayışım. Arkasından Peter Brook’la dünya turuna çıkış, bu turda 12 saat süren “Mahabharata” oyunu. İngilizce oynuyoruz, bizim sevgili Kutsi Ergüner’de müzikte bulunuyor, 17 milletten 25 aktör çalışıyoruz. “Mahabharata” 12 saat sürüyor, akşam 7’de başlıyoruz, sabah 7’de bitiyor. Paris, Zürih, Los Angeles, New York, tekrar Paris, oradan Avustralya, Pert, Adelite, oradan Kopenhagen, oradan Glasgow, Tokyo, Paris, Berlin’e geliş.
Berlin’de ne yapacağım diye düşünürken yine bir takım işler Viyana’da “Bedrettin Destanı”, Fikri Sağlar’ın bizi ziyareti, buraya gelişim. Ben artık, George Amado’nun yanına Brezilya’ya, Bahia’ya gitmek istiyorum, orada sevgili karım, eşim Menend’i tanıyışım, bütün programın allak bullak oluşu. Ondan sonra Levent, orada hangi filmler, “Akrep’in Yolculuğu”, “Bir Aşk Uğruna”, bazı ödüller, arkasından “Bedrettin Destanı” ve Sema ile beraber Yerebatan Sarayı’nda...
DP: “Otobüs” vardı?
TK: “Otobüs” 76’da. Onun macerası ayrı, çok uzun hikâyeler. Ondan sonra geldik Zeytinbağı’na kurulduk.
DP: Otobüs benim izlediğin en önemli Türk filmlerinden bir tanesi.
TK: Burada Celal Kulen, Tunç Okan’la bir filmde oynamıştım, o dişçiydi, ses yarışmasında birinci olmuştu, daha genç ve acemi bir aktördü, ben İsviçre’de işsiz ve zor durumda iken, beni buldu ve “mutlaka film yapmamız” dedi. Yazdığı bir kaç hikâyeyi ben beğenmedim. Otobüs üzerinde durdu, o günlerde kaçak işçi meselesi önemliydi.
DP: Bu konu bu kadar yansıtılabilir, sonrasında...
TK: Bilmiyorum artık, daha başka şeyler olabilirdi içinde tabii, hiçbir film mükemmel değildir, bana sorarsanız çok az film mükemmeldir. Ondan sonra nihayet karar verdik, onun hikâyeleri ile benim hikâyelerimi karıştırdık, onun hikâyelerinden bazılarını dışarıda bıraktık, çok grotesk, daha da grotesk şeyler vardı, uzun donla plaja girmelere kadar. Nihayet Stockholm’den Güneş Karabuda’yı aradık, o da kameraman olmayı kabul etti, oradaki bütün arkadaşlarım, Aras Ören, Yüksel Topçugürler, Ünal, Sümer İşgör kabul etti. Nurettin Sezer bütün gücünü verdi. Taktak Rauf, Raf Alazan, büyük ressamımız o otobüsü boyadı ve Sabri kabul etti. Hep beraber inanılmaz bir iş yaptık. Ben çok ağır bir böbrek iltihabına yakalandım, çünkü kahramanlık yapmak zorundaydım, buz üzerinde incecik bir ayakkabı ile ve çıplak diğerlerine örnek olabilmek için. Uzun sürdü tedavisi, nihayet filmi bir şekilde bitirdik. Fakat film daha bitmeden bizim Tunç Okan ve arkadaşlar arasında belirli sıkıntılar doğdu, o sıkıntılar sonucu filmin finali biraz değişti. Daha başka bir filmler isterdim, hep annemle babamı küçük burjuva hayatlarında, bir emekli vali ve emekli öğretmenin Stockholm’den naklen yayınını, Ergican Saydam konserini dinlerken Otobüs’ün parçalanmasını isterdim hep. Onu yapamadık. Film başarılı oldu ama.
DP: Bu haliyle olmasına rağmen?
TK: Evet. Problemler oldu biraz, ama fena bir film olmadı.
DP: Müthiş bir film oldu, ben bu halini gördüm, bir başka versiyonu olduğunu bile bilmiyorum, şu anda sizden öğreniyorum.
TK: Güzeldir, iyidir ama ben finalini sevmiyorum. Eşimle tanıştıktan sonra Viyana’ya gittim, oradan döndüm ve İstanbul’da bana gelen bazı teklifleri kabul edip oynadık, çalıştık, ama bir de “Son Tanrıça” diye bir piyes yaptım, Sema ve Dino ile Bedrettin’i oynadık, onun diskini yaptık sevgili Hasan Saltuk’a. Ondan sonra Ferhan Şensoy telefon etti, “Çok Tuhaf Soruşturma”yı oynadık. Bir de by pass ameliyatı geçirdim 4 damardan, eşimi de emekli olmaya ikna ettim. Benim çocukluğumun geçtiği Edremit’in Zeytinli köyüne yakın Çamlıbel köyünde, burada kayınbiraderim Erhan Şeker, eşim Menend, ben üçümüz paramızı denkleştirdik, evlerimizi sattık, borç, harç buraya geldik yerleştik. Şimdi burada çok mutluyuz, 8 odalı bir otelimiz var, burası, pansiyon, sabah kahvaltısı, akşam yemeği veriyoruz. Erhan’ın yemekleri ile büyük sükse yaptı. Eşim yönetimi elinde tutuyor, Ben de gelen misafirleri. Zaten her sabah yürüyüş yapıyorum, onlarla beraber yürüyüp dağın hikâyelerini anlatmaya çalışıyorum. Bu arada “Bölük Pörçük” bitti, şimdi “33 Kısım Tekmili Birden” başlayacak, onun hikâyeleri yazılıyor. Yapamadıklarımı yazıyorum. Kısa hayat hikâyemin bazı bölümlerini uzun yazmaya çalışıyorum. İlyada ile uğraşıyorum, İlyada Homeros’un kimliği üzerine tekrar düşünüyoruz, Azra Erhat ve sevgili Balıkçı’nın peşinden, Robert Graves’in peşinden gidiyoruz, Kara Athena’yı arıyoruz, İlyada’yı arıyoruz, Troya Savaşları’nın temeline bakıyoruz, Sarıkız’ın buraya gelişini arıyoruz, Türkmenlerin, Yörüklerin bu toplumla nasıl birleştiklerini, o büyük bağ bozumu ayinlerinin hâlâ hayır olarak devamını görüyoruz. İki tane kısa metraj film yaptım burada, yukarıdaki hikâyeleri. O arada tabii Akileus’un o ünlü sözü,Strabor’un coğrafyasında o ünlü sözü var; acı verir İlyon kentinin çevresinin surlarla kaplı olduğunu görünce, “Edremit körfezine girdim, 11 kenti yerle bir ettim, erkeklerini öldürdüm, kadınlarını esir ettim”. Bu yetiyor, inanılmaz bir vahşeti simgeliyor. Sonra Homeros’un kimliğini inceledim.
DP: Burası çok kritik bir yer ama?
TK: Çok.
DP: Belki de dünyanın en verimli toprakları.
TK: Öyle, bir de Doğu’nun sınırı.
DP: Doğunun batı sınırı.
TK: Evet. Burada bitiyor, Çanakkale’de bitiyor.
DP: İnanılmaz verimli, bolluk, bereket timsali bir coğrafyayı da seçtiniz.
TK: Herkes burayı elde etmek istemiş.
DP: Bu bir emeklilik tercihi değildi ama değil mi?
TK: Hayır, çalışıyoruz, çalışmadan durulmaz zaten.
DP: Çok da yoğun bir çalışma içerisindesiniz, çok zor bir iş, biz de aynı işi yapıyoruz bir taraftan, korkunç yoğun bir iş bu.
TK: “Dizilerde oynamayacağım” dedim, ama Uğur... Bir yandan festivallere gidiyorum, biraz ara vermek zorundayım, geçen sene bir başladım, Macaristan’da Bedrettin’i oynadık, ayrıca jüri üyesiydim. Oradan geldik Karlovari’ye gittik 10 Türk filmini takdim ettik. “Sürü” ve “Umut” vardı. Oradan Hamburg’a geçtim, benim son oynadığım film “İnat Hikâyeleri”nin gösterimi vardı. Hamburg’dan doğrudan doğruya Hayfa’ya uçtum, Hayfa’da jüri başkanıydım, Altın Çapa Ödülü’nün... Oradan geldim Bursa’ya, Bursa’da Gezici Avrupa Filmleri’nde danışman üyesiyim, oradan çıktık Kars’a gittik, Kars’ta Cahit Irgat ve Tangolar’ını oynadık Sema ile beraber. Ayrıca festivalde buluştuk. “Yazı Tura” filmini izledim, Uğur Yücel geldi tanıştık, geleceğe dair planlar yaptık, çok güzel bir arkadaşlık başladı. Dizide oynamamı söylediği zaman, bugüne kadar “asla dizide oynamayacağım, oynamayacağım” derken, nihayet.... “Never say no” demiş adam, biz de bu dizide oynuyoruz, ama bu dizide beni ilgilendiren, sesli çekim yapıyoruz, bir nevi oyunculuk alıştırması gibi bir şey, çok keyifle oynuyorum.
DP: Dizide niye oynamayacağım diyordunuz?
TK: O zaman buraya niye geldim? Şimdi düşünsene ben her hafta gidip geliyorum, buradan... Kars’a gittik, orada çalıştık, oradan Çarşamba günü geldim bakın bugün geri dönüyorum. Ama bundan keyif duyuyorum şimdi.
DP: Ne kadar devam edecek bu proje?
TK: Beni ne zaman öldürürlerse! Bilmiyoruz, dizi bambaşka, hem senariste bağlı, hem...
DP: Bu anlamda yaşayan da bir şey dizi.
TK: Tabii. Yani 4-5 kişi senaryoyu devamlı gözden geçiriyor, devamlı yazıyor, seyircinin isteği, seyirci nereye doğru istiyor, bunlar ayrı bir şey. Ama burada yine de bu projesinde Uğur Yücel’le bir sinema keyfi alıyorum, ışığıyla, prodüksiyonu, kameraman arkadaşlarımla keyif duyarak çalışıyorum.
DP: “Çok Tuhaf Soruşturma” oyununu izledik, daha sonra film oldu ve filmde oynamadınız. Oynamama gerekçeniz neydi? Veya sizi filme davet etmediler mi? Müthiş bir performanstı çünkü.
TK: Davet ettiler ama profesyonel oyuncuyum. Bir baktım “üç günde bitireceğiz” dediler. 5 milyar teklif ettiler, 3 günde bitireceğiz dediler, “ben bu işin 3 günde bitirilebileceğine inanmıyorum” dedim. İyi olacağına da inanmıyorum. İnşallah iyi bir film yapmışlardır ama ben öyle bir işin içinde bulunamıyorum artık. Şu dizide ne kadar büyük bir emek verildiğini görüyorum, bana böyle söylendiği zaman “teşekkür ederim” diyorum üzülerek tabii.
DP: Cemalettin Nabedit esprisi yoktu mesela.
TK: O benim eniştemdir, Arnavutköy’de, babamın teyzesinin kocasıdır, şairdir, 3 tane kitabı vardır, “Arabadan Şiirler”, “Bulamadığım Şarkı” ve “Çiçekler Arasında”.
DP: Bunlar şu anda satılan kitaplar mı?
TK: Yok, bunlar hangi dönemin, Ahmet Halit Yaşaroğlu... İnkılap Yayınları’ndan filan çıkmıştır, bir dönemin, Servet-i Finun şairlerinden herhalde. Üç tane kitabı var, saygın, tanınan bir şair o dönemde. Orada, “Çiçekler Arasında”da ne demiş Cemalettin Nabedid, onu ben Ferhan’a söyledim. Ferhan’ı çok severim, büyük bir zekâ, inanılmaz bir adam, Ferhan’ın tiyatrosunu da çok beğeniyorum, müthiş bir zekâ. Yazık ki seyircisi yok ona üzülüyorum.
DP: Müthiş bir adam, Türkiye’de en önemli tiyatroculardan bir tanesi.
TK: Önemli yazarlardan bir tanesi de, “Güldeste”si bir alemdir, son kitabı “Hacı Komünist”i okumadım, onu da alacağım, müthiş bir adam. Onunla çalışmak büyük bir keyifti. Bana gösterdiği sevgi ve saygı da başkaydı. Onun için oynayamayacağımı Ferhan’a üzülerek söyledim. Ama Ferhan da beni anlayışla karşıladım, ben de 70 yaşındayım, Ferhan’dan gördüğüm saygı ve sevgiyi prodüksiyondan da görmek isterim. Hatırlarım bir gün Sami Ayanoğlu bir sete davet edildi, Hasan Kazankaya’nın bir filmine; geldi konuşuyorlar, “5 bin lira verebiliriz abi” dediler. “Rol için 5 bin lira kabul, 5 bin lira da Sami Ayanoğlu ismi için isterim” dedi. “Kaç senelik, koskoca bir adamım, mütevazılığa gerek yok” dedi. Ben de 70 yaşında ufak tefek bir şeyler yapmış bir insanım, Ferhan’dan gördüğüm sevgi ve saygıyı burada da tekrarlıyorum çok keyifliydi, en az ona yakın bir davranış içinde olmalarını beklerdim insanların. Olmayınca da ben olmayayım o işin içinde daha iyi.
DP: Bu bir tiyatro projesiydi ve tiyatro hiyerarşisinin gerektirdiği ölçülerde olması gerekiyordu, onu belki bu anlamda sizinle alakalı yapamadılar. Kimse anlamadı Ferhan Şensoy’u galiba, böyle bir sorun var değil mi?
TK: Kavuk bir semboldür, Dümbüllü’den Münir Abi’ye geçmiş, başkasına da geçebilirdi. Ferhan canı isterse saklar, canı isterse birisine verir. Bu böyle ortalık yerde referandumla yapılacak, “kaldırın elleri, kavuğu kime verelim” biçiminde iş değil. Ferhan’ın kendi öğrencileri var, müthiş bir okulu var, yetiştirdiği çok iyi öğrenciler var. Bir Rasim Öztekin var, bir Ali Çatalbaş var, Levent var, Arap var, saymayayım, inanılmaz bir kadrosu var, o genç kızların, oyuncuların sekiz sene içinde geldikleri yeri gördüm, hayranlıkla izliyorum. Gerek “Uzun Donlu Kişot”u, gerek “Fişne Bahçesi”ni... Bizim hep konuştuğumuz bir şeydi, ben eğer by pass olmasaydım oynayacaktım mutlaka “Fişne Bahçesi”nde.
DP: Ve biz de büyük bir keyifle gelip izleyecektik.
TK: “Çehov lazdır, laz kalacaktır” dedik, “karşı kıyı memleket da!”
Lopahin de bizim laz müteahhitlerinden biridir, hatta Vişne Bahçesi’ni yazarken Lopahin de biraz biraz, daha sonra müthiş burjuvalaşmış, aristokrat olma çabası içindeki Stanislavski ailesinin bir eleştirisi olduğu söylenir. “Bir komedi yazdım” der adam. “Baksana içeri giriyor herif, düşer, kafası pastaya girer, bu işte bir sirk numarasıdır.” Daha ne söyleyeyim, bir sirk numarasıdır pastaya kafasının girmesi elinde taşırken düşüp de. Ferhan güzel şeyler yaptı, diliyorum devam eder. Bu sıkıntıları atlatır, daha da güzel işlerin içinde olur. Yazdığı kitaplara da vurgunum. Çok da dürüst bir adam “Şahları da Vururlar” kaç kişi tarafından izlendi. “Tekrar yap, tekrar yap” diye istendi, yine kıyamet de koparır ama gayet basit de cevabı; “Şahları da vururlar Şah’a karşı yapılmış bir işti, şimdi Humeyni başa geçti, artık başka bir şey yapmak lazım.” Aslında bitirmedi, o oyun diktatörlere karşı verilen bir savaştı.
DP: Şu anda tiyatroda o oyunun kitabı satılıyor.
TK: Ayrıca Yapı Kredi bütün eserlerini koydu, ama izin vermiyor Ferhan başkalarının bu işi yapmasına, kendisi de yapmıyor. Acaba Ferhan’ın seyirci sıkıntısı nereden geliyor? Onu biz tartışmayalım bence, diyelim ki Ferhan o problemi kendisi bulur ve o seviyesini aynı yerde tutarak, hatta yükselterek daha güzel tiyatrolara imzasını atar, dileğim budur.
“Gönüllü Sürgünlüğün Komiklikleri” diye bir bölümüm var, şimdi onları yazıyorum, içtiğim içkileri yazıyorum, neler içtim, hangi barlarda içtim, dünyanın nerelerinde içtim, hangi aynalarda kendime baktım, kendimi nerede çok beğendim, nerede çok sevdim?
DP: Bunların hepsi bir kitapta mı toplanıyor?
TK: Ben “Bölük Pörçük” diyorum, ya da “33 Kısım Tekmili Birden”. Öyle girerdik sinemalara, bir girerdik 3 saat çıkmazdık sinemadan, 2-3 film birden. Kovboy çıkar, “oğlan geliyor oğlan geliyor” o kahramana “oğlan” derdik. Kovboyculuk oynardık, “grav, grav, degav, degav, oğlan geliyor, dıgıdık, dıgıdık..”. Oğlan gelir, yakalar, kurtarır kızı kötü adamlardan. Murathan Mungan da “Yüksek Ökçeler”diye kitap yazıyor, bütün problem oradan çıkıyor yani. Bir türlü yürüyemiyor kadın! Delikanlının mutlaka onu kurtarması lazım... Mı acaba? Benim hayatımda aşklarım hep benden üstündü ve bana çok yardım ettiler, ben onlardan çok şey öğrendim. Belki de tökezleyen hep bendim, onlar benim kolumdan tutup tökezleme diye yardım ettiler diyebilirim. DP: Ekşi Sözlük’te bir şey okudum, çok haklıymış arkadaş, sizin için söylüyor “karşılaştığınızda gençliğinizden utandığınızı hissettirecek birisi” olarak söylüyor. Gerçekten enerjinizle büyülediniz. Çok teşekkür ederiz. “Deniz Aşırı’”ortamda Bozcaada’da standart olarak yaptığımız bu programı, bu hafta stüdyoyu taşıdık Tuncel Kurtiz’in mekanına, Zeytinbağı’na.
TK: Deniz aşırı taşıdınız ama!
DP: Evet. Hâlâ deniz aşırıyız İstanbul’da.
TK: Tabii aramızda Saros Körfezi var, Marmara Denizi var.
DP: İda Dağı var.
TK: Kaz Dağı var. Kazlar uçarak gelmişler burada, Yörüklerle, Türkmenlerle beraber... Ben Bedrettin’e, hep o ak bir kazın üstüne binmiş bir Şaman olarak, bir yaban kazının devinimiyle, onun taklidiyle, uçarak başladım:
“hımmm... hımmm... sedirde, al yeşil dal dal Bursa ipeklisi, duvarda mavi bir bahçe gibi Kütahyalı çiniler, gümüş ibriklerde şarap, bakır lengerlerde kızarmış kuzular, nar idiy, idiy idiy...” böyle uçarak 1420 yılına gidip, Şaman olarak orada yakalayıp “Duyduk ki Mustafa huruç eylemiş, Aydın elinde Karaburun’da, Bedrettin kelâmın söylemiş, köylünün huzurunda. Duyduk ki bu işler duyulur da durmak olur mu? Bir sabah erken Haymana Ovası’nda bir garip kuş öterken, sıska bir söğüt altında bir zeytin danesi yedik. Varalım dedik, görelim dedik, yapışıp sapanın sapına çorak toprağını, çorak toprağını biz de bir yol, biz de bir yol sürelim dedik. Düştük yollara, yollara, aştık dağları, dağları, aştık dağları, dağları...”
Aştık denizleri denizleri, ‘Deniz Aşırı’ bu yolculuk için çok teşekkür.
DP: Ben çok teşekkür ederim.
(31 Mayıs 2005 tarihinde Açık Radyo’da ‘Deniz Aşırı’ programında yayınlanmıştır.)